Klinik Psikolog Aile Danışmanı Sayın Filiz Tüfek ile Deprem Travması üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sizi biraz tanıyabilir miyiz?
Merhabalar. Ben Filiz Tüfek. İstanbul Üniversitesi’nde sağlık eğitimi aldım. Yakın Doğu Üniversitesi “Klinik Psikoloji Yükseklisans” Mezunuyum. Yıldız Teknik Üniversitesi “Aile Danışmanlığı” eğitimi aldım. Üsküdar Üniversitesi “İngilizce Psikoloji” ve Anadolu Üniversitesi “Sosyoloji” diye devam ediyor eğitim hikayem.. 5 üniversite dile kolay.. Halen eğitim alıyor ve eğitim veriyorum. Eğitim aşığı bir kadınım diyebilirim. Almanya WAPP Enstitüsü onaylı Sertifikalı Pozitif Psikoterapistim. Bu 6 yıllık bir eğitim.
Bunun yanında psikodinamik psikoterapi, Kanada – Virginia Satir Aile Terapisi, Belçika – Seksofonksiyonel Terapi ve Tedavi Teknikleri, Bütünleyici Göz Hareketleri Terapisi, EMDR, Beden Psikoterapisi, Çift Terapisi ve Cinsel Terapi alanlarında eğitim aldım. Aynı zamanda topluma Cinsel Sağlık ile ilgili eğitim vermek ve çiftlerin bu alanlarını renklendirmek üzerine kutu oyunu, maket ve özel krem ürettiriyorum. Yani kadın girişimciyim..
Aynı zamanda derneklerde sosyal sorumluluk projeleri yürütüyorum. Bireysel, çift ve cinsel alanlarda çalışmalar yapıyorum. Bireyin olduğu ve insan hayatını bedensel, ruhsal ve zihinsel etkileyen her alan aslında benim çalışma alanım. Bireyler toplumları oluşturuyor. Toplumun da dokunan her alan yine benim çalışma alanım diyebiliriz.
Girişim tarafında ise cinsel eğitimler ve cinselliği keşif üzerine eğlenceli ürünler hazırlıyorum. Toplumda bildiğiniz gibi eğitimin çok ihtiyaç duyduğu bir alan bu..
Türkiye, afetler konusunda çok hareketli bir ülke. Ama bizi, deprem kadar etkileyen, büyük travma yaratan bir doğa olayı yok değil mi?
Çok güzel bir yere değindiniz. Neden birçok doğal afet olurken aslında deprem, bu kadar hepimizi yıkıp geçiyor. Bir ay yaklaşık olarak herkes, çok yoğun bir etki altındaydı. Normal yaşama dönemedi. Çünkü ev demek, güven demek.
Bizim yıkılan evlerimiz, yıkılan güvenlerimiz demek. ‘Artık ben, bu dünyada güvende değilim’ duygusunu paylaşıyoruz demek. Bu dünyada güvende değilsek nerede güvende olabiliriz ki? İşte mi güvende olacağız, okulda mı güvende olacağız; dünyada güvende değilsek. O yüzden bizim parçalanan, yıkılan, kolonların altında kaldığımız yer aslında hayata dair güvenimiz.
Bu yüzden de biz, gerçekten deprem travmasında sadece depremi yaşayanlar değil, bizler de çok fazla etki altında kaldık. Deprem, hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak çok etkiledi, bizi.
Burada mesela enkaz altında kalanlar, ailesini kaybedenler, yakınlarını, sevdiklerini, komşusunu… Hatay’da yaşayanlar tamamen kaldıkları yeri… Adıyaman’da yaşayanlar, Maraş’ta yaşayanlar… Büyüdükleri sokakları, mahalleleri, anılarını, çocukluğuna dair birçok şeyi kaybettiler. Özellikle yıkım yaşayan bölgelerde doğal olarak bir sürü kayıp verdik.
Biz, deprem görüntülerini izleyenler niye bu kadar peki etkileniyoruz?
Biraz buna, pozitif psikoterapi açısından bakayım. İki tane travma modelimiz var; biri makro travma biri mikro travma. Makro travma dediğimiz zaman; bu depremdeki gibi gözle görünüyor. Herkesin bildiği, ‘Aha! Bu, travma’ dediğimiz yer. Bir trafik kazası olabilir, bir yakınını kaybetme olabilir, deprem olabilir, iflas etme olabilir. Tüm bunlara travma olarak bakılıyor.
Bir de mikro travma var. Pozitif psiko-terapi buna, şöyle yaklaşıyor, diyor ki; aslında sen bir travma yaşadın ama bunlar kimsenin görmediği alanlar. Mesela sen, duygusal olarak aldatıldığın zamanda da enkaz altında kalmış hissediyorsun. Bütün güvenin kırılmış. Kendi inşa ettiğin yuvanın altında kalmış olabilirsin. Bir hedefine ulaşamadığında, ya da ebeveyninle ilgili bir sıkıntı yaşadığında, ya da akran zorbalığı yaşadığında bu duygular tetiklenebilir.
Tabi böyle durumlarda insan olarak zaman zaman gücünü kaybediyorsun. Neler inşa ettiysen ve neyin içerisine güvende hissettiysen, o olanların üstüne yıkılmasını yaşıyorsun. Mesela, ben hiç depremle ilgili çalışmadım bu süreç içerisinde daha çok destek olmaya çalıştım. Normal vatandaş gibi elimden geldiğince yardımcı olmaya çalıştım.
Ancak insanların depreme baktığında ne gördükleriyle çok fazla çalıştım. Mesela işte kişi çocukken anne babasına haciz gelmiş ve sokakta kalmış birisi, bir depremzedenin eşyalarıyla, hiç kimsesiz sokakta kalıyor olmasının, çadırda kalıyor olmasının acısını oradakiler ile çok iyi özdeşleştirdi. Orada gördüğü olay ile kendinin bir travması ortaya çıktı.
Çünkü hepimiz deprem yaşadık, yani bunu fiziksel yaşamasak da duygusal olarak hepimizin depremleri oldu bu hayatın içerisinde. Güveninizin üstüne yıkıldığı, gücümüzün üstüne yıkıldığı, hayallerimizin üzerine yıkıldığı çok fazla dertlerimiz oldu.
O yüzden de aslında hepimiz kendi depremlerimizi hatırladık bu sürecin içerisinde. Kim ne gördüyse izleyen tarafında biz o alanlara baktık, onları anlamaya çalıştık, ne hissediyorlar diye.
Bir taraftan da depremi yaşayanlar oldu. Yani ben de orada olabilir miyim ya, bizim de başımıza gelebilir mi diye kaygılananlar oldu.
Biliyorsunuz hemen akabinde İstanbul depremi konuşulmaya başlandı. İstanbul’da bir kaos başladı, kimse evinde uyuyamadı. Ya benim de aynısı başıma gelirse diye kaygılandık. İstanbul’dan çok fazla yardım gitti bu süreçte zarar gören illere. Elimizden geldiğince halk olarak bir şeyler yaptık, özellikle ilk, biliyorsunuz 48 saat içinde.
Hepimiz destek olmak istedik, birlik olmak istedik, birlikte olmak istedik doğal olarak. Birilerine yardımcı olmaya çalıştık. O kadar insana nasıl yardımcı olunacak diye bir korkuya, kaygıya kapıldık. İstanbul’da buram buram korku hakimdi özellikle.
Çevremizde birçok depremzede vatandaşımız var. Bu süreçte onların fiziksel ihtiyaçlar dışında en çok neye ihtiyaçları var?
Depremzedelerin sadece gerçekten anlaşılmaya ve desteğe ihtiyacı var. Bunu yaparken de şefkatli olunmasına ihtiyaçları var. Lütfen depremzedelere acımayın. Eğer kalbinizde şefkat varsa onları şefkatle dinleyebilirsiniz, onların yanlarında durabilirsiniz.
Lütfen hiçbir şey söylemeyin, yani bir şey söyleyeceğim derken bunu ebeveynler çocuklarına da yapıyorlar, zor durum yaşayan insanlar da birbirlerine yapabiliyorlar. Lütfen herhangi bir şey söylemeyin, çünkü uzman değilsiniz.
Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Bir depremzedeye bir şey söyleyeyim, teselli edeyim derken onu daha fazla sinirlendirebiliyor, öfkelendirebiliyor-sunuz. ‘Seni anlıyorum’ diyorsun ama sen o apartmanın altında kalmadıysan, annen enkaz altında kalıp 3 gün boyunca “Biri gelsin de buradan kurtarayım onu” demediysen asla anlayamazsın onu.
Ben geçtiğimiz Şubat ayında annemi kaybettim. Annesini kaybeden birinin ne yaşadığını anlayabilirim, ama yine de onların ne yaşadığını bilemem.
Çünkü onların yaşadığı durum, kurtarma ekibini bir ümit beklemek, o enkazın altından cenazeyi alabilmek, cenazeyi alabildiğine şükredebilmek, bir gecede tüm sevdiklerini kaybetmek gibi duygular yaşamadan anlaşılabilecek şeyler değil.
Öfkelisiyse, öfkeli olsun, küfür etmek istiyorsa, küfretsin, kızıyorsa, kızsın, ağlıyorsa, ağlasın. Bir yerlere elini, işte zarar vermeyecek şekilde vurabiliyorsa vursun. Destek olacaksanız buna destek olun. Ya da “Sana sarılmamı ister misin?” de diyebilirsiniz.
Eğer sarılmaya ihtiyacı varsa, güvende olabilmek için sarılabilirsiniz o insana. Ama onun istemediği tek şey kendisine akıl verilmesi, onun yerine düşünülmesi, onun acısının çok bilmiş bir yerden tarif edilmeye çalışılması.

Yanındakiler de ona akıl vererek hata mı yapıyorlar?
Bunların hepsi acıya saygısızlık. Evet, doğru, herkesin acısı bambaşka yaşanıyor bu hayatta. Hiçbirimiz acısı bir diğeriyle aynı değil. Hatırlıyorum, annemi kaybettiğim zaman birisi gelip bana, “Üzülme, ağlama” dediklerinde aşırı öfkelenmiştim. “Sen kimsin? Benim acıma nasıl ‘Ağlama’ diyebiliyorsun diye çok sinirlenmiştim.
Lütfen bir depremzedeye ağlama demeyin, küfür etme demeyin, kızma demeyin, öyle değil demeyin. Kısacası bir şey demeyin. Bırakın ne istiyorsa onu yapsın. Kızmaya da hakkı var, duygularını ifade etmeye de hakkı var. Sizin hakkınız yok ama onu durdurmaya.
Tabii ki kendisine veya bir başkasına zarar verecek bir durumdaysa sadece o zaman buna müdahale etmek gerekebilir. Öfkeliyse yumruk atmak istiyorsa “Al bu yastığı, buna vur, dilediğin kadar vur.” diyebilirsiniz.
Söylemek istediğim şey şu, ne olursa olsun lütfen karşısındaki kişinin duygusuna ve onu yaşama hakkı olduğuna saygı duyun. Dinleyebilecek yüreğiniz varsa, kalbinizde şefkat varsa, ruhunuzda kişiliğinizde saygı duymak varsa, saygıyla sessizce yanında kalıp dinleyin. Ne zaman susacaksa, okey, o ana kadar bekleyebilirsiniz. Ama buna da saygınız yoksa, o sırada daha kibar bir şekilde, o alanı terk edebilirsiniz.